Bu yazımı koymazsam ölürüm ama.
Gözlerime korku ve dehşet dolu bir ifadeyle kilitlenmiş gözleri bir an olsun ne yaptığımı sorgulamama neden olmuştu. Ne yapıyordum? Ne yapıyordum cidden? Ah evet, en çok haz aldığım işi yapıyordum. Sıradan dünyadan beni ayıran, ve insanların adımı korkuyla anmasına neden olan şeyi yapıyordum. İnsanlar son nefeslerini bana yalvararak harcarken kendimi bir tanrıymış gibi hissetmemi sağlayan şeyi yapıyordum. O insanların ölümüne ben karar veriyordum, ben üstündüm. Çocukluğumdan beri hiç bir zaman beyaz tarafta olmak için bir uğraş vermemiştim. Bana yakın gelen hep siyah taraftı, hep karanlık baskındı. Beni çekiyordu. Kurbanlarımın dehşetle parlayan gözleriyle en son beni görmeleri hoşuma gidiyordu, ruhları beni her zaman hatırlayacaktı. Ne kadar çok insan öldürürsem o kadar tanınacaktım. benim felsefem buydu. Adım geçtiğinde herkesin renginin attığı biri olmak güzel olabilirdi. Ama yine de asıl amacım bu değildi. Ben sadece öldürmek için öldürüyordum. Gözümü alan koyu kırmızı kanı görebilmek için.. Gözümün önüne gelen saç perçemini kanlı parmaklarımla gözlerimin önünden çektim. O hala dehşetle bana bakıyordu. Göz bebekleri küçücük olmuştu. içinden geçenleri okumak zor değildi. Ölmek istemiyordu. Yaşayıp ne yapacaktı ki? Birilerini dolandıracaktı, birilerine ihanet edecekti, illa kötü bir şey yapacaktı. Silkinip kendime geldim. Bu insanı kötülük yapacağı için mi öldürüyordum sanki? Kötülüğü mü yok etmeye çalışıyordum? Ben? Hayır, komik olmamalıydım. Ben bu kadını sadece kan akması için öldürüyordum. Kendi egolarım için.
Elimdeki bıçağı iyice kavradım. Kilisedeki loş mum ışıklarının altında kan lekeleri öyle muhteşem görünüyordu ki.. Kilisenin yüksek tavanından aşağı inen bir sütuna sinmiş kadın hala bana bakıyordu. Başkası olsa şimdiye sıvışacak boş bir an bulup kaçmıştı, sonuçta ben dalgın bir insandım. Ama bu seferki çok korkmuştu belli ki. Karnındaki bıçak yarası yüzünden zorlukla nefes alıyordu. Ona doğru yaklaşmaya başladım. Koyu kum rengi taş zeminde ayak seslerim yankılanıyordu. Büyük vitraylı camdan puslu geceyi görebiliyordum. Kilisenin bahçesinin dışında, yaklaşık 50 metre uzakta bir çift görüyordum. Ağacın altında bir banka oturmuş kuzu kuzu birbirlerine bakıyorlardı. Gecenin bir yarısı, sadece 50 metre uzaklarındaki eski bir kilisede cinayet işlendiğinden haberleri yoktu. Onlar masumdu. Onların korkuları benim tutkumdu. Benim siyah kanatlarım vardı, onlarsa kanada sahip olamayacak kadar saflardı. Onlar acizlerdi, bir sineği öldürürken bile zorlanırlardı. Tekrar kurbanıma döndüm, terden alnına yapışmış siyah saçları beline kadar geliyordu, iri ve kahverengi gözlerini hala benden ayırmamıştı. Kendini benden korumak istercesine bir elini yüzüne siper etmişti, bir eli ise hala bıçak yarasının üzerindeydi. Gözlerimi kısıp ona hain bir bakış attım. "Üzgünüm bayan, şimdi bu oyunu bitireceğim." dedim sinsi bir ses tonuyla. "N-Neden? Neden b-bunu y-yapıyorsun?" derken sesi çok çatlak çıkmıştı. Korkudan kekeliyordu. "Neden mi?" dedim cidden şaşırmış gibi yaparak. "Çünkü canım sıkıldı, sevinmelisin, birazdan acını dindireceğim. Daha önce çoğuna işkence yaptım, sen şanslılardansın." dedim düz bir sesle. Elimle çenesini kavrayıp çekerek ayağa kalkmaya zorladım. Kesik kesik nefes alıyordu. Bıçağı saplamak için elimi geriye doğru çekince yalvarmaya başladı. "Hayır! Lütfen, lütfen yapma!". Yalvaran sesinin yerini tiz hıçkırıklar aldı. "Hayır, lütfen yapm-". Şimdi hıçkırıkların yerini şiddetli bir ağlama almıştı. Gözyaşı torbaları boşalıyordu adeta, ağzını açıyor ama bir şeyler söyleyemiyordu. Sese dayanamayıp bıçağı karnına sapladım. Sesi kesilmiş, tiz bir inlemeye dönmüştü. Gözbebekleri küçücük olmuş, bakışları bana kilitlenmişti. "Lütfen." derken fısıldıyordu. Surat ifademde bir değişiklik yoktu. Ruh halimde bir değişiklik yoktu. Yani daha tam öldürememiştim. Bakışlarımı donuklaştırıp bir kez daha sapladım bıçağı. Ağzına gelen kan yüzünden nefesi ıslak bir hırıltıya dönmüştü. Çenesini kavrayan elimi bıraktım ve yere yığılıp kan kusmaya başladı. Bense onun sindiği sütunun yakınındaki sıralara sıçramış kana bakıyordum. Vitraylı camdan içeri süzülen dolunay ışığı kan damlalarına vurmuştu. Ama bir eksiklik vardı, kadın hala ölmemişti.
Gözüme kilisedeki eski tahta sıraları çalmamaları için sıraların ayaklarına ve sütunlara dolanan zincir takıldı. Kafamdan bir tel toka çıkartıp zincirin kilidinin başına çöktüm ve kilidi kurcalamaya başladım. Bir 'klik' sesiyle kilit açıldı, hemen zinciri çözüp ayağa kalktım. Kadın yarı açık gözlerle bana bakıyordu. "Sana söylemiştim, acını dindireceğim." dedikten sonra yakasından tutup onu biraz öne ittim. Zinciri boynuna dolarken çıkan şıngırtıyı her zaman sevmiştim. Zinciri bir tur doladıktan sonra iki ucunu da tutup sağ diz kapağımı kadının sırtına bastırdım. Zinciri çekmeye başlayınca kadının gırtlağından kesik kesik garip sesler çıkmaya başladı. Genelde boğma yöntemini kullanmazdım, kan çıksın isterdim. Ama arada değişiklik fena olmuyordu. Hem bu, cinayetler arasında ortak nokta bulunmasını, dolayısıyla yakalanmamı zorlaştırıyordu. Kadının çırpınmaları bitince zinciri bıraktım ve kadın yere yığıldı. Eldivenimi çıkartıp ölü olup olmadığını kontrol ettim. Aslında bu tehlikeli bir hareketti, cesedi bırakıp kaçsam çıplak elle iş yaptığım için beni bulabilirlerdi. Ama ben öyle yapmayacaktım, cesedi yakıp kaçacaktım. Hata bununla kalmayıp kiliseyi de yakacaktım. Sonra da yakınlardaki bir evin çatısına çıkıp camdan görünen çiftin itfaiyeyi ve polisi aramasını izleyecektim. Polisler gelince de sıvışacaktım. Basit ama işe yarar bir plandı. Etrafıma bakındım, şansıma dandik kilise sıraları cilasız tahtadandı. Bu kiliseyi ateşe vermek kolay olacaktı. Kilisenin arka bahçesine çıkıp köşede duran benzin bidonunu aldım. Tekrar kadının yanına gidip biraz kadının üstüne, sonra da en arkadan başlayarak bütün sıralara benzin döktüm. Cebimden çıkartığım büyük bir bez parçasını yırtıp 7-8 parçaya ayırdım, sonra çakmağımla onları birer birer ateşe verip oraya buraya fırlattım. Sıralar yavaş yavaş alev almaya başlamıştı. Son bez parçasını da ateşe verip kadının üzerine attım. Kıyafetleri alev alırken, kilise de alevlerden kavrulmaya başlamıştı. Alevlerin sıcaklığı yüzüme vuruyordu. Büyük ihtimalle artık alevler camdan gözüküyordu. Hemen kiliseden çıktım. Koşarak kiliseden uzakta bir ağacın arkasına yaslandım, cebimden bir bez parçası daha çıkarıp uzun topuklu kanlanmış çizmelerimi silmeye başladım. Havanın soğukluğu genzimi yakıyordu. Bir parkın içindeydim. Sanki gece canı sıkılıp dolaşmaya çıkmış biriymiş gibi görünmeye çalışarak parkın taşlı yollarında yürürken gözüme çarpan, çatısına kolayca tırmanabileceğim eve doğru yöneldim.
Ceset tamamen yanmıştı, tahmin ettiği gibi ah-aman-çok-mutluyuz-çifti hemen panikle itfaiye ve polisi aramıştı. İtfaiye hemen gelmişti, ardından polisler ortamı basıp çevreyi telaşa sürüklemişlerdi. Bir sürü insan kilisenin etrafında toplanmış ne odluğunu merak eden gözlerle polislere sorular soruyorlardı. "Aciz insanlar.." diye fısıldadım farkında olmadan. Bir yandan istemsizce gülüyordum. Genelde tanıdıkları öldürmek daha çok zevk veriyordu, ama tanımadığım birini öldürmenin de zevk vermediği söylenemezdi. Bu işi seviyordum, yakalanmamak da eğlenceliydi. Sonuçta o aptal polislerden daha zekiydim. Ben bir kibritle bütün kanıtları ortadan kaldırırken, onlar yıllardır beni bulamamışlardı. Aranıyordum. Buradan hemen sıvışmalıydım. Çatıdan inip caddeye çıktım. Çok hızlı adımlarla ilerliyordum. Kaldığım otele 15-20 metre kalmıştı. Geceyi otelde geçirecek, ertesi gün de uçakla şehri terkedip başka bir şehirde, başka birini öldürecektim. O aciz insanlar beni bulamayacaktı. Ve onlar beni bulana kadar ben keyfim için adam öldürmeye devam edecektim..
-Kumo Sakuma/Apple
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder